Acı Kahve 3 Ocak’ta vizyonda… Şerif Erol: Sistem iflas etmişse, kendi kendinize ahlaklı ve vicdanlı olamıyorsunuz
Soner Sert imzalı Acı Kahve 3 Ocak’ta gösterime giriyor. Oyuncu Şerif Erol’la vizyon öncesi filmi konuştuk: “Eğlenceli, matrak, yüksek bir tempoyla başlayıp öyle devam eden, biraz derinlerini yoklayınca orada cevherler bulabileceğiniz bir film.”
Deniz ÇAKMAK
Yönettiği “Baba” (2014), “Alarga” (2018), “Hastabakıcı” (2017) gibi kısa filmlerle katıldığı festivallerden ödüllerle dönen Soner Sert’in ilk uzun metrajlı filmi “Acı Kahve”, 3 Ocak’ta (yarın) izleyiciyle buluşuyor.
Kadrosunda Nazan Kesal, Şerif Erol, Reha Özcan, Benian Dönmez, Name Önal, Buçe Buse Kahraman ve Atay Yıldız’ı buluşturan film, bir nişan töreni üzerinden iki ailenin birbirlerine karşı sınıfsal ve kültürel performanslarını ortaya koyduğu anlatısıyla da dikkat çekiyor.
Türkiye’de ilk kez 61’inci Antalya Altın Portakal Film Festivali‘nin ulusal yarışma bölümünde gösterilen “Acı Kahve”, aile kurumuna yüklenen kutsallığı sorgulamaya açtığı kadar geleneklerin temsil ettiği değerler üzerinden satır aralarında Türkiye’nin daha büyük sorunlarına dair de sözlerini sakınmıyor.
Filmde kız tarafının babası, emekli komiser Ekrem’i canlandıran ve iki sezondur Now TV‘de ekranlara gelen Kızıl Goncalar‘da da rol almaya devam eden oyuncu Şerif Erol ile “Acı Kahve”yi, filmde canlandırdığı karakteri, bağımsız sinemanın değişen kodlarını ve çok sevdiği oyunculuk mesleğini konuştuk.
‘MAKRO MESELELERİ AİLE İÇİNDEN ANLATINCA DİNAMİKLERİ DAHA GÖRÜNÜR OLUYOR’
– Önceden festivallerde de ana akımda da daha makro meselelere odaklanan, ya epik ya pür dram, bazen de tamamen sanat filmlerine aşinaydık. Şimdi meselelerini giderek daha fazla gündelik hayattan devşiren; özellikle dünyanın çağdaş sorunlarını aile üzerinden anlamaya çalışan bir sinema var. Acı Kahve de böyle bir film. Sizin böyle bir gözleminiz oldu mu sinemanın değişen kodlarına dair?
Doğru galiba bu. Şimdi “Mukadderat” filmini düşündüm. O filmin de kadrosundaydım, o da Altın Portakal’da yarıştı; kadın meselesine bir ailenin içinden bakıyordu. Acı Kahve de öyle.
Herhalde bir takım makro meseleleri, mikro ilişkiler içinden, aile içinden yani küçük birimler üzerinden anlatmaya çalışmak yaratıcılığa daha çok alan açıyor. Meselenin dinamikleri daha görünür oluyor. Anlatıdaki mizahi yan daha kolay ortaya çıkabiliyor epik anlatımlardan ziyade. Nispeten küçük bütçelerle çekilebiliyor olmasının da etkisi var, biraz daha avantaj sağlıyordur diye düşünüyorum.
– Bir taraftan aslında düşük bütçelerle çekilmeyen, Cannes’da, Berlin’de ödüllerle dönen filmler de aile teması etrafında dönüyor. Geçtiğimiz yıllarda Altın Palmiye ve Oscar kazanan “Parazit” filmi de çok konuşuldu, o da benzer şekilde aile üzerinden toplumsal sınıflara bakan bir yapımdı.
Evet mikrokozmos üzerinden makrokozmosu; üç dört kişi üzerinden bir dünyayı anlamak kolay ve daha cazip oluyor doğrusu. Şimdi “Parazit” üzerinden de düşündüm, böyle bir durum var gerçekten.
– Filmin çatısı, sizin oynadığınız karakter olan emekli komiser ve eşi Birgül hanım (Nazan Kesal) arasındaki çatışma ve denge dinamiği üzerine kurulmuş sanki. Yeşilçam’da da polis, öğretmen, yargı mensubu vs. karakterler idealize edilirdi. Bu filmde de karakter öyle fakat polisin eşi daha pragmatik. İkisi arasındaki çatışma ve denge sanki idealize edilen kurumlarla, o kurumları kuşatan sistem arasındaki ilişkiyi de aynalıyor. Siz senaryoyu okuyunca ne düşündünüz?
Benim oynadığım başkomiser hep ahlak ve dürüstlük timsali olmuş; böyle olayım derken yenilmiş ve kaybetmiş bir karakter. Böyle devam edemeyeceğini biraz zorla , üzülerek ve öfkelenerek de olsa fark ediyor. Görüyor ki onun istediği gibi olmayacak hayat; dünya öyle ahlak ve vicdan ile yürümeyecek, yoksa kaybedecek hayatta. Bunu görüyor. Maalesef oraya gelmiş vaziyette ve içinde bulunduğu durumdan kurtulmaya çalışıyor; evi, binayı kurtarmaya çalışıyor. “Öteki”, “berduş” olarak gördüğü insanlar burnunun dibine sokulmuşlar, bunları kabul etmekten başka çaresi yok. Ciddi bir sıkışmışlık içerisinde. Aslında karısı da dahil herkes içinde bulunduğu durumdan nasıl bir kâr, nasıl bir fayda ile çıkarım diye çabalarken, hayatı boyunca peşinde koşturduğu ahlak ve dürüstlüğün işe yaramaz hale geldiğini görüyor ve teslim oluyor, kaybediyor.
Türkiye’nin genel ruh halini de yansıtıyor. Sanırım festivalde izleme imkanı bulmuş olanlar, filmde yenilmek ya da kazanmakla ilgili muhasebede de yaşadıklarından bir şeyler buluyordur.
Yanılıyor olabilirim ama sanırım Brecht’in bir sözüydü: “Ahlaklı olmak mümkün değil, ahlaklı olmayan bir toplumda. İyi olmak mümkün değil, iyi olmayan bir toplumda.” Yani sistem iflas etmişse, çürüme başlamışsa kendi kendinize ahlaklı, vicdanlı filan olamıyorsunuz. En sonunda ya tükenip ölüp gidiyorsunuz ya da bir şekilde o tarafa ayak uydurmaya çalışıyorsunuz ki o da başka türlü bir ölüm demek zaten. Filmde de gülüyoruz bütün bunlara ama çok dokunaklı bir tarafı var o anlamda.
‘AKTÜEL KAMERA GERÇEKLİK HİSSİNİ BİR BELGESEL GİBİ AKTARIYORDU’
Filmde aktüel kamere kullanılmış ve tek mekanda temposu hiç düşmeyen bir senaryo matematiği ile işliyor. Haliyle oyuncuların payına da ciddi bir performans yükü düşüyor. Bu durum filmin seyir tecrübesini tiyatroya da yakınlaştırmış. Sizin için de bu iki disiplini birbirine yakınlaştıran bir tarafı var mıydı Acı Kahve’nin?
Vardı, çok doğru. Geçenlerde bir konuşma sırasında bunu Benian da söyledi. Yönetmenimiz Soner Sert bizden ne istediğini, ne beklediğini söylüyordu, ezberliyorduk senaryoyu ve ondan sonra sahne olduğu gibi kesintisiz akıyordu. Kamera bizi takip ediyordu. Burada kestik şuradan alıyoruz gibi müdahaleler vardı ama genelde o sahne tamamen akıyordu bir tiyatro oyunu gibi. Çok zevkliydi, kameraya göre oynayayım, kameraya göre durayım gibi bir durum çok az oluyordu filmde. Zaten başka türlüsü de çok mümkün olmazdı. Biz evin içinde yaşayan, konuşan, hareket eden insanlardık. Bu kaçınılmaz şekilde belli şeylere bir miktar dikkat ederek mümkün oluyordu tabii. Ama aktüel kamera, yani oyuncuyu ve olayı takip eden kamera kullanımı hem gerçeklik hissini bir belgesel gibi aktarıyordu hem de bizim oyunumuza çok yardımcı oldu. Çoğunlukla kesmeden oynadık.
‘HİKÂYE ÇARPICI, SÖZÜ DEĞERLİYSE SİNEMA MI TİYATRO MU DİYE BAKMIYORUM’
İki filminiz yarıştı bu yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde. Acı Kahve, Türkiye’de seyirciyle ilk kez festivalde buluştu. Oradaki gösterimden sonra soru- cevap bölümlerinde izleyicinin tepkisi nasıldı? Filmle nasıl bir ilişki kurdular?
Gayet olumluydu. Çok özel bir an gelmiyor aklıma ama olumsuz bir şey hatırlamıyorum. İnsanlar çok ilgi gösterdiler. Çünkü samimi, sahici hikayeleri çok merak ediyorlar. Piyasa ve ana akım o kadar baskın ki dolayısıyla farklı bir şey görünce samimi bir merakla izliyor insanlar. Tabii bu çok heyecan verici ve güzel bir şey.
Siz izleyicilerin hem daha ana akım diyebileceğimiz popüler dizilerden hem de sinemada, tiyatroda daha bağımsız işlerden tanıdığı bir oyuncusunuz. Kendinizi özellikle yakın hissettiğiniz bir alan var mı?
Tiyatro çok özel bir şey. Her oyuncunun mutlaka yapmaya çalışması gereken bir şey. Oyunculuk zanaatını besleyen, bileyen, unutturmayan bir şey. İşin oyunculuk kısmı için tiyatro çok önemli. Ama genel olarak baktığımda, ben hikâye ile daha çok ilgiliyim. Yani hikâye çarpıcı, sözü güzel ve değerliyse sinema mı yoksa tiyatro mu diye çok bakmıyorum.
‘SENARYOYU OKUYUNCA ÇOK HEYECANLANDIM’
Oyuncuların çok büyük bir kısmı sizin de dediğiniz gibi hikayeyi önceliyor ama tiyatroya da hep bir parantez açıyorlar.
Tabii, öyle. Çünkü tiyatro oyuncunun sinema yönetmenin sanatı gerçekten de. Yönetmen oyunu yönetir ama sonra oyuncular, o oyun boyunca seyirciyle karşı karşıya kalırlar, yorumlarlar. Her akşam canlı olmasının getirdiği birtakım değişiklikler ve duygu durumları vardır. Bunlar da çok zevklidir ve bu tamamen oyuncunun yaşadığı bir şey. Ama film çekildikten sonra yönetmen onu alır, kurgu masasına gider, montajlar, müziğini döşer, ortaya çıkarır. Ve hakkıdır da zaten bunu yapmak. Onun için sinema yönetmenindir ve çok değerlidir. Öyle olması gerekir zaten.
Soner Sert daha önce çektiği kısa filmlerden de bildiğimiz bir yönetmen. “Acı Kahve” ilk uzun metraj filmi. Sizin için bir ilk uzun metrajda ve Soner Sert’le çalışmak nasıl bir tecrübeydi?
Soner’le tanışmamız, oyuncu Feyyaz Duman vesilesiyle oldu. Galiba o beni öneriyor Soner’e. Soner böyle bir rol var deyince, Feyyaz da Şerif olabilir diyor. Öyle tanıştık biz. Çok çabuk kaynaştık; dünyaya bakışımızın, mizah anlayışımızın, edebi zevklerimizin, sinema zevklerimizin birbirine uyduğunu fark ettik. Çok heyecanlandım senaryoyu okuyunca, zaten tek mekanda geçen harika bir hikayeydi. Dolayısıyla Soner de bütçeyi bulunca başladık. Bütçe dediğimiz de çok zor şartlarda çok kısıtlı imkanlarla çekildi tabii.
İnsanın birbirine güven duyması ve güven kaynaklı bir iyi geçinme hali çok önemli. Vardır ya setlerle ilgili oyuncuların söylediği klişe bir şey: “Çok eğlendik”. Bu abartılı. Bir iş yerinde insanlar ne kadar iyi vakit geçiriyorsa biz de sette o kadar iyi vakit geçiriyoruz aslında. Özel bir “partileme” durumu elbette yok. O yüzden, sürekli “çok iyi vakit geçirdik”, “çok eğlendik” lafları çok enteresan. Birbirine güvenen insanların, hangi amaca hizmet ettiklerini bilerek ve idrak ederek beraber yürümeleri müthiş bir lezzet yaratıyor. Biz onu tattık Nazan’la, Benian’la, Reha ile… Hep beraber bu zevki tattık. Beraber çalıştık. Ne yaptığımızı biliyorduk ve çok zevk aldık bundan.
‘DERİNLERİNİ YOKLAYINCA CEVHERLER BULABİLECEĞİNİZ BİR FİLM’
Genelde kültür- sanat sektöründeki iş kollarına sanki insanların eğlenmek için bir araya geldiği sorunsuz alanlar gibi bakılıyor dışardan. Bu alanların da karşılıklı güven, iş ahlakı ve profesyonel bir yapıya ihtiyaç duyduğu unutuluyor çoğu kez.
Evet, maalesef. Öyle olunca biz çoğu zaman bu meslekten insanların dertlerini anlatamıyoruz. Bir iş yerinde bir araya gelen insanlar ne kadar iyi vakit geçiriyorsa biz de o kadar iyi vakit geçiriyoruz. Şöyle çok büyük bir şansımız var: Hikaye anlatmak denen dünyadaki eşsiz güzellikte eylemin bir parçası oluyoruz. Bunun tadına varabilirsek, bir arada zevkle yürüyoruz ama böyle her dakika çılgın kahkahalar, şen şakrak havalar vs. yok elbette.
Bütün sektör için söyleyebilirim ki tüm setler zor, meşakkatli ve yorucu yerlerdir. Ne fazla abartmak ne de küçümsemek lazım. Ama burada özellikle “eğleniliyor” gibi bir yaldızlı dünya yansıtılıyor ve hiç bu işin eğitimini almamış, oyunculuğu bilmeyen insanlar, o parıltılı dünyaya özenerek sürekli bu alana girmek istiyorlar ve sonra bu durum onlar için çok büyük bir mutsuzluk sebebi oluyor.
Seyircilerin giderek sinema salonlarından çekildiği bir dönemdeyiz. Bağımsız filmlerin vizyonda daha uzun kalabilmesi için ilk birkaç gün salonları doldurmaları çok önemli hale geldi. “Acı Kahve” de 3 Ocak’ta (yarın) vizyona giriyor. Seyirciye bir mesajınız olur mu?
Çok ağır bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Kimseye bu tercihleriyle ilgili de bir şey diyemiyorum açıkçası. Kıpırdayamıyor insanlar. Biraz sözün bittiği yerdeyim bu konularla ilgili. Ama bu eğlenceli, matrak, yüksek bir tempoyla başlayıp öyle devam eden, biraz derinlerini yoklayınca orada cevherler bulabileceğiniz, tatlı hikayelerle karşılaşacağınız bir film. Seyirci de ilgi gösterirse çok mutlu oluruz, bekleriz.
Kaynak: artigercek.com
Kaynak ALINTI: Read More